İçindekiler
- 1 AİHM Kararları, Anayasa Mahkemesi ve Anayasa Madde 90
- 1.1 Anayasa ve Milletlerarası Antlaşmalar
- 1.2 Sorunun Tanımı ve Türkiye’deki Tartışmalar
- 1.3 Meşruluk İddiası
- 1.4 Bağımsızlık İddiası
- 1.5 İkincillik İlkesi
- 1.6 Uluslararası ve Ulusal Norm Çatışmaları: Anayasal Denetim Yasağı
- 1.7 İHAM Kararlarının Bağlayıcılığı ve Anayasa Madde 90/Son Hükmü
- 1.8 Önemli Linkler
- 1.9 Sıkça Sorulan Sorular
- 1.9.1 Anayasa madde 90/son hükmü nedir?
- 1.9.2 Anayasa Mahkemesi’nin İHAM kararlarına yaklaşımı nedir?
- 1.9.3 İHAM kararlarının bağlayıcılığı nasıl değerlendirilmektedir?
- 1.9.4 Anayasa madde 90/son hükmü sadece milletlerarası antlaşmalara mı atıfta bulunur?
- 1.9.5 “Uluslararası hukukla dost” yorum ilkesi nedir?
AİHM Kararları, Anayasa Mahkemesi ve Anayasa Madde 90
Anayasa ve Milletlerarası Antlaşmalar
Türkiye’de, Anayasa’nın 90. maddesi, milletlerarası antlaşmaların iç hukukta uygulanmasıyla ilgili temel bir çerçeve çizer. Bu madde, iç hukuk normlarıyla antlaşmalar arasında çelişki olduğunda antlaşmanın öncelikli uygulanmasını öngörerek, milletlerarası hukukun iç hukuka entegrasyonunu sağlar. Ancak bu bağlamda, özellikle İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin (İHAM) kararlarının bağlayıcılığı ve Anayasa madde 90/son hükmünün kapsamı konusundaki tartışmalar, hukuki bir zeminde derinlemesine incelenmektedir.
1961 ve 1982 Anayasalarında, milletlerarası antlaşmaların hukuki statüsü üzerine yapılan düzenlemeler, bu antlaşmaların kanun hükmünde olduğunu ve Anayasa Mahkemesi tarafından incelenemeyeceğini belirtmiştir. Bu düzenleme, uzun süreli ve geniş çaplı tartışmalara sebep olmuş; antlaşmaların yerini ve değerini belirleme konusundaki farklı görüşler arasında anlaşmazlıklara yol açmıştır.
Bu tartışmaları sona erdirmek amacıyla, 7 Mayıs 2004 tarihinde kabul edilen 5170 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun, Anayasa’nın 90. maddesine ek bir hüküm getirerek, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” hükmünü eklemiştir.
Antlaşma Hükümlerinin Uygulanması İçin Koşullar
2004 yılındaki bu değişiklikle, (1) temel hak ve özgürlüklere ilişkin, (2) usulüne göre yürürlüğe konulmuş ve (3) kanunlarla çatışan bir antlaşmanın hükümlerini uygulamak mümkündür. Ancak eleştiriler arasında, 1982 Anayasası’nda beş kez geçen “insan hakları” teriminin yerine “temel hak ve özgürlükler” teriminin kullanılmasının eksiklik olarak görülmesi bulunmaktadır. Aynı şekilde, maddede geçen “antlaşma” teriminin farklı terimlerle değiştirilebilecek şekilde sorunlu bir tercih olduğu belirtilmiştir.
Değişikliğe ilişkin Anayasa Komisyonu Raporu’ndan anlaşılacağı üzere, bazı üyeler, çok sayıda olan milletlerarası antlaşmaların uygulayıcılar için bilinmesinin zor olacağını ve hangi antlaşmaların bu çerçevede değerlendirileceğinin belirlenmesi gerektiğini, en azından hangi kaynaklardan gelen antlaşmaların bu kapsamda görüleceğine ilişkin bir belirlemenin yapılmasının gerekli olduğunu ifade etmişlerdir.
Sorunun Tanımı ve Türkiye’deki Tartışmalar
Uluslararası normlar ile çatışma durumundaki bir başka sorun, ulusal yargı kararları ile uluslararası insan hakları organlarının kararları arasındaki uyumsuzluktur. Özellikle ulusal bir yargı kararı ile uluslararası mahkemenin kararı arasında çelişki olduğunda, uygulamacılar hangi kararı dikkate almalıdır? Bu durum, özellikle Görgülü v. Almanya kararı bağlamında Almanya’da tartışılmıştır.
Örnek olarak, Almanya’da yaşayan bir Türk vatandaşının çocuğu, annesi tarafından koruyucu bir aileye evlatlık verilmiştir. Velayetini ve görme hakkını elde etmek için açılan davalar, çocuğun yüksek yararı gerekçesiyle reddedilmiştir. Bu durumu Strasbourg’a taşıyan başvurucu, İnsan Hakları Mahkemesi’nin (İHAM) 6. ve 8. maddelerin ihlal edildiği yönündeki kararı sonrasında ulusal mahkemelere başvurmuş, ancak bu kararın yerine getirilmediğini belirtmiştir.
Alman Yüksek Bölge Mahkemesi’ne göre, Strasbourg mahkemesi bağlayıcı değildir ve kararları, iç hukuktaki kesin kararlar üzerinde etkisi yoktur. Ancak Alman Anayasa Mahkemesi, Sözleşme’nin Mahkeme tarafından yapılan yorumlarını dikkate almanın, belirli koşullar altında, ulusal merci ve mahkemeler için bir yükümlülük olduğunu ifade etmiştir. Bu nedenle, çatışma durumunda yargısal diyalog geliştirilmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Türkiye’de Karşılaşılan Sorunlar ve İHAM Kararları
Türkiye’de benzer bir sorun; Yalçınkaya, Demirtaş, Kavala, Şahin Alpay ve Hasan Mehmet Altan kararlarında ortaya çıkmıştır. Bu kararlar, ulusal mahkemelerle İHAM arasında çatışma yaratmış, özellikle ilk üç karara yönelik etki devam etmektedir.
Bu sorunu üç temel noktadan ele alabiliriz:
- Uluslararası mahkemenin bir olay için verdiği kararın, yerel yargı organları için bağlayıcı olup olmadığı sorusu vardır.
- Türkiye aleyhine verilen bir ihlal kararının, benzer bir dosyayı gören ulusal yargı organları için bağlayıcı olup olmadığı konusudur.
- Türkiye dışındaki bir ülke aleyhine verilen kararların, Türkiye yargı organları için bağlayıcı olup olmadığı sorunudur.
İHAM Kararları Işığında Değerlendirme
İHAM kararları temel alınarak yapılan bu analiz, ulusal ve uluslararası yargı arasındaki çatışmaların çözümünde yargısal diyalogun önemini ortaya koymaktadır. Her iki tarafın kararlarını dikkate alarak, çatışmanın en iyi şekilde çözülmesi için çaba sarf edilmelidir.
İHAM Kararlarının Bağlayıcılığı
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin (İHAM) verdiği kararlar, sözleşmeyi imzalayan devletler için bağlayıcıdır. Sözleşme’nin 46. maddesi, devletleri, Mahkemenin verdikleri kesinleşmiş tüm kararlara uymayı taahhüt etmeye zorlar, bu taahhütte istisna bulunmamaktadır.
Ancak Türkiye’de zaman zaman İHAM kararlarının sadece “yönlendirici” olduğu ve bu kararlara uymak konusunun iç hukukta bir “tercih meselesi” olduğu iddiaları ortaya atılmaktadır. İHAM kararlarının bağlayıcılığını reddedenler, savunmalarını genellikle dört ortak iddiaya dayandırmaktadır.
Meşruluk İddiası
Türkiye’de yargı kararlarının bağlayıcılığı, özellikle 2000’li yıllardan itibaren demokratik meşruluk savlarıyla sorgulanmıştır. Ancak bu sav, yüksek yargı organlarının yargıçların seçilmesi için yapılan değişikliklerle ilgili olarak ironik bir duruma düşmüştür. Yargıdaki politize olma durumu, girdi meşruluğu sorunlarını alevlendirmiştir.
Girdi meşruluğu, toplumun farklı kesimlerinden eşit ve liyakat esaslarına dayalı katılıma açıklığı ifade eder. Türkiye’deki meşruluk sorunları, liyakat ilkesinin çökmesi, kliyentalizm, şeffaf olmayan süreçlerdeki ayrımcılık ve siyasi partilerin kadrolaşması kaynaklıdır. Çıktı meşruluğu ise, yargının demokratik toplum düzenine ve çoğulculuğa uygunluğunu anlatır. Türkiye’de meşruluk sorunu, politize olmuş bir yargı erkinin sağlanmasından ziyade işlevsellikle çözülmelidir.
Dolayısıyla Türkiye’deki yargının ihtiyacı, meşruluktan çok siyasi baskılardan arınmış bir yapıdır. Türkiye’nin, İHAM kararlarına uyma konusundaki sorunlarını çözmede bu temel prensiplere odaklanması önemlidir.
Bağımsızlık İddiası
Bağımsızlık iddiası genellikle şu soruyla gündeme gelir: Devletler uluslararası mahkeme kararlarını bağlayıcı kabul etmeleri durumunda, yargı yetkilerini o mahkemeye devretmiş olmazlar mı? Ancak bu soru, içinde gizli bir varsayım barındırarak yüklü bir soru olarak öne çıkar. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 46. maddesi, devletlerin bağlayıcı kararlara uymayı taahhüt etmelerini net bir şekilde ifade eder ve bu taahhüt, devletlerin bağımsız bir iradeyle kendilerini bu kararlara bağlamalarından kaynaklanır.
İHAM kararlarının bağlayıcılığı konusundaki tartışmalarda ortaya atılan bir iddia, ulusal yargı organlarının yargı yetkilerini devretmeleri gerektiğidir. Ancak bu iddia, yüklenmiş bir soru içerir. Yargı organları, kararlarını mutlak bir serbesti içinde veremez; Anayasa gereği bu organların kararları “Anayasaya, kanuna ve hukuka” uygun olmak zorundadır. Yargının uyması gereken standartlar bellidir ve bu standartları belirlemenin “yargı yetkisinin devri” ile bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla, devletin iradesi gereği bağlandığı taahhüdün gereğini yerine getirmesi, bağımsızlık meselesi değil, tamamen bağımsız bir iradeyle bağlanan ve bu taahhüdü yerine getiren devletin eylemidir.
Ayrıca, uluslararası hukukun iç hukukta doğrudan uygulanabilir olmasının milli bağımsızlığa zarar verdiği iddiasını savunmak için, uluslararası hukuku iç hukukta doğrudan uygulayan monist bir sistemi benimseyen hiçbir devletin bağımsız olmadığını iddia etmek gerekir. Ancak bu, gerçekçi bir değerlendirme değildir. Uluslararası mahkeme kararlarına uymak, devletin bağımsızlığına bir tehdit oluşturmaz; aksine, uluslararası standartlara uyum, hukuki tutarlılık ve insan haklarına saygıyı güçlendirir.
İkincillik İlkesi
İkincillik ilkesi, uluslararası mahkeme kararlarının bağlayıcılığına dair iddiaların temelini oluşturan bir savdır. Bu iddiaya göre, uluslararası mahkemeler ikincil, asıl yetki ise ulusal yargı organlarına aittir. Dolayısıyla, ulusal yargı organlarının uluslararası mahkeme kararlarına uyması gerekli değildir; aksi takdirde, bu durum “birincillik ilkesi”ni zedeler ve ulusal yargıyı zayıflatır.
İkincilik ilkesinin, ulusal mahkemelerin uluslararası mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu olmadığı anlamına gelmediği açıkça belirtilmelidir. İkincilik ilkesi, ulusal organların öncelikli olarak sorunu çözmeleri gerektiğini ifade eder, ancak bu durum uluslararası mahkemelerin kararlarına uyma yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Bu ilke, uluslararası mahkemelerin, yerel organlara öncelik tanımasını ve sadece yerel organların sorunu çözemediği durumlarda devreye girmesini gerektirir. Bu, zaten İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne başvuru yapabilmek için “iç hukuk yollarının tükenmiş olması” şartıyla karşılanmaktadır.
İHAM’ın, ulusal mahkemelerin sorunu çözme yeteneklerini değerlendirme yetkisine sahip olmaksızın, sadece istisnai durumlarda müdahale etme yetkisi olduğunu gösteren örnekler bulunmaktadır. Bu, uluslararası mahkemelerin ikincil olduğu anlamına gelmez, aksine İHAM’ın ulusal mahkemelerin öncelikli sorumluluğunu meşrulaştırdığı bir durumu yansıtır.
Sonuç olarak, uluslararası mahkemelerin kararlarına uymak, ikincillik ilkesinin yorumlanmasının ötesindedir. İkincillik ilkesi, uluslararası hukuk bağlamında mahkemelerin kararlarına uyma zorunluluğuyla doğrudan bir ilişkisi olmayan bir prensiptir. İHAM’ın müdahale yetkisi, ulusal mahkemelerin hakları güvence altına alma sorumluluğunu vurgular, ancak bu, ulusal mahkemelerin uluslararası mahkeme kararlarına uyma zorunluluğunu ortadan kaldırmaz.
Uluslararası ve Ulusal Norm Çatışmaları: Anayasal Denetim Yasağı
Giriş
Uluslararası normlar ile ulusal normlar arasındaki çatışmalar, özellikle ulusal hukukun denetim dışına çıkardığı normlar bağlamında ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, Anayasa’nın 148. maddesi gibi hükümler, özel durumları kapsayan düzenlemeleri anayasal denetimden muaflaştırabilir. Bu durumda, hangi normun uygulanacağı sorunu gündeme gelir.
Anayasal Denetim Yasağı
Anayasa’nın 148. maddesi, Olağanüstü Hal (OHAL) dönemlerinde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin anayasallık denetimini yasaklamaktadır. Benzer şekilde, Anayasa değişikliklerinin sadece biçim yönünden denetimine izin verilirken, esas yönünden denetime imkan tanınmamaktadır. Bu durum, örneğin geçici madde 20’nin kural olarak denetiminin yapılamayacağı anlamına gelir. Ancak, bu tür denetim yasakları acil durumlar için yargısal denetimi ötelemek amacıyla getirilmiştir.
Uluslararası Normlar ve İstisna Rejimi
Bazı ulusal normlara anayasallık denetimi yapma yasağının getirilmiş olması, uluslararası insan hakları hukuku normlarının uygulanmasına engel değildir. Bu denetim yasakları, acil durumlar için yargısal denetimi erteleme amacını taşır. Ancak Anayasa ve uluslararası insan hakları normları, çoğu zaman istisna rejimlerini öngörmektedir. Bu iki rejimin koşut yorumlanması gerekmektedir.
Uygulama ve İstisna Durumlar
Örneğin, OHAL sürecinde, masumiyet karinesine aykırı şekilde kişileri “terör örgütleriyle irtibatlı ve iltisaklı” sayan KHK’lerle ilgili yargılamalarda, Anayasa’nın 15. maddesinde yer alan sert çekirdek alanda ihlal olduğu prima facie belli ise, denetim yasağının ihmal edilmesi ve uluslararası insan hakları normlarının doğrudan uygulanması mümkün olmalıdır.
Sonuç
Uluslararası ve ulusal norm çatışmalarında, Anayasa’nın öngördüğü denetim yasağının uluslararası normların uygulanmasına engel olmadığı, özellikle istisna durumların doğru bir şekilde değerlendirilmesiyle mümkündür. İstisna durumlar, ulusal hukukun acil durum tedbirlerini meşrulaştırmasına rağmen, uluslararası normların etkin bir şekilde uygulanmasına engel olmamalıdır.